Nereden başlanılsa daha iyi olacağını kestiremediğim ve hakkında söylenecek çok fazla şeyin arasından tertipli cümlelerin nasıl bir dolunay gibi belirginleşeceğinden emin olamadığım; derin yapısına hapsolduğum bir romandan bahsetmek istiyorum: Peyami Safa, Yalnızız.
Yazar diğer kitaplarında dert edindiği konulara bu kitabında da değinmiş. Yalnızız’da millet olarak bir gün kavuşmayı arzulayacağımız “Simeranya” adındaki ülkeyi ve yaşam biçimini Samim ile bizlerle buluştururken, bazı şeylerin gerçekten güzel olduğu diyarlara götürmek için çaba sarf etmiş. Eğitimden sağlığa, giyimden sisteme kadar birçok kurguyu zekice planlamış. İnsanın benliğini ikiye bölmüş, sürekli olarak birinci ve ikinci benliğin ruhtaki rolünü açıklamış. İnsanın ne kadar tanınabileceğini, çok zekice yaptığı planların aslında oldukça gülünç olabildiğini, her bir hareketin farklı ve derin anlamlar içerdiğini anlatmaya çalışmış.
Samim karakteri benim için kitabın direği gibi ve aslında onu anladığımda kitabı anlamam oldukça kolaylaşıyor. Samim; insan gözlemekte, doğru analizler yapmakta ve en önemlisi insanoğlunun ikiliğinde yani şuuraltında ve şuurüstünde adeta bir usta. Davranışları çevresi tarafından haklı görülmesine rağmen bir o kadar da anlaşılmaz bulunuyor. Simeranya’dan bahsederken kurduğu bazı cümleler hakkında uzun uzun konuşabiliriz.
“…çünkü Simeranya pedagojisi, insanın bütün hayatında öğrendiği şeyleri ancak kendi istediği zaman ve kendi araştırmaları neticesinde öğrendiğini bilir.”
Burada özetlenen gerçek nedir, Simeranya eğitiminin temeli ne üzerinedir? İnsanoğlu, bilgi yolunda ilerlerken kimi zaman yavaşlayarak kimi zaman hızlanarak yüzyılları geride bırakır. Eğer insanlık bilgiyi önemsemeseydi günümüzün bilgi birikimi elde edilememiş olabilirdi. Bugün bizlere söylenen şu; diğerlerine yetişebilmek için öğrenmeniz gereken zorunlu bilgiler var ve bunları on iki yıla anca sığdırabildik, üzgünüz. Simeranya’da en çok imrendiğim konulardan birisi de tam da bununla ilgili. Orada öğrenmek zorunda değilsin, ilgi duymadığın şeyleri sana öğretmeye çalışsalar da sen bu öğrendiklerini aslında öğrenmiş değil sadece bir süreliğine ezberlemiş olacaksın. Simeranyalılar bunu istemedikleri için, bilgiyi istediğin zaman araştırmalar sonucunda öğrenmeden yanalar.
Romanın en başından beri anlatmaya çalıştığı diğer başlık ise; insan, varlık ve ruh ilişkisi. Örneğin cismi olarak hastalandığımız takdirde, aklımıza havanın soğukluğu yahut bazı bakterilerin çoğalması gelse de Peyami Safa’ya ve elbette ki Simeranya’ya göre “Her hastalık evvela ruhta başlayıp sonra vücuda sirayet etmiş bir isyandır.” Bu yüzden de orada herkes, herhangi bir hastalığa yakalanmadan önce hayatın bazı çaresizlikleri önünde isyan etmemeyi öğrenir. Hatta her aile kurumunda bu adeta bir ruh sporudur. Bu önlemden sonra eğer kişi bir hastalığa yakalanırsa, bu isyanı tevekküle çevirecek yolları açma adına uygun hazırlıklar bulur. Bir mikrobun yol açtığı hastalık nasıl ruhla alakalı olabilir ki, sorusu aklınıza gelebilir. Samim bunu da çok güzel bir şekilde açıklıyor ve o mikrobun vücuda girebilmesi için vücutta müsait bir yer olması gerektiğini ve sinir sistemimizin ruhumuz vasıtasıyla bu ortamı hazırladığını söylüyor.
“Ey bahtsız! Tarihinin hiçbir devrinde kendine bu kadar yabancı, bu kadar hayran ve düşman olmadın. Laboratuvarlarında aradığın, incelediğin, oyduğun, dibine indiğin, sırlarını deştiğin her şey arasında ruhun yok.”
Özellikle günümüz yüzyılında kendi benliğine karşı merak gibi bir çabamız olmamasıyla birlikte kendimize düşman olmak, hayran olmak yahut aldatmak konusunda da rakip tanımıyoruz. Psikoloji üzerine düşünmek sadece birkaç kişinin ilgisi değil, insan denilen cisim ve ruh birliğinin sorumluluğu olmalı ki anlamak fiilini düşünmek fiiliyle adeta sırdaş hale getirebilelim.
“Büyük kalabalıkların ortasında, insan denilen sosyal mahluk kendi iç dünyasının mahpusu halinde, şifasız bir yalnızlığa mahkum… Yalnızım evet, herkes yalnızdır, yalnızız.”
Peyami Safa
Görsel: Waiting (L’Attente), 1899, Felix Vallotton.